Girişimci Üniversitelerin Oluşumu ve Özellikleri

[siteorigin_widget class=”SiteOrigin_Widget_Image_Widget”][/siteorigin_widget]

Peyman YÜKSEL

EkoAvrasya Yönetim Kurulu Üyesi

Üniversiteler, bilim temelli eğitim kurumu olmalarının yanı sıra 2. Dünya Savaşı ve özellikle 1960’lardan sonra yani yarım asırdan fazladır, yeni bir rol daha üstlendiler. Bilginin üretilmesine ilave olarak o bilginin ticarileştirilmesi, patentleşme ve markalaşmasının yolunun açılması, hem üniversiteye hem de ülke ekonomisine parasal katkı sağlayacak bir değere dönüştürülmesini sağlayan yerler olarak çalışmaya başladılar. Üçüncü nesil üniversiteler olarak adlandırılan bu eğitim kurumları müfredatlarına kattıkları girişimcilik dersleri, üçlü sarmal denilen üniversite-sanayi- hükümet işbirliğine öncülük yapmaları, bu doğrultuda projeler ve bilimsel araştırmaları organize etmeleri ile diğerlerinden ayrılmaya başladılar.

[siteorigin_widget class=”SiteOrigin_Widget_Image_Widget”][/siteorigin_widget]

Üçüncü Nesil Üniversitelerin Ortaya Çıkması

Üçüncü nesil üniversitelerin ortaya çıkmasını birçok faktör tetikledi. Önceleri bilgiyi üretip tabiri caiz ise bir kenara çekiliyor ve akıbeti ile ilgilenmiyorlardı. Ancak bu şekilde üretilen bilgi ülke ekonomisine ya çok geç giriyor ya da girene kadar güncelliğini kaybediyordu.  Ayrıca zaman geçtikçe araştırmalar için hükümet tarafından kendilerine ayrılan paralar araştırma bütçelerinin altında kalmaya başladı. Çünkü teknoloji araştırmaları çok ciddi yatırımları gerektiriyordu. Aynı şekilde şirketler de kendilerini ayrıştıracak, fark yaratacak ürünlerin ileri teknoloji odaklı eğitim veren üniversitelerle çalışmaktan geçtiğini fark ettiler. Bu nedenle sanayi ve üniversite arasında doğan işbirlikleri bir tesadüf sonucu değildir.

1960’lardan itibaren üniversite öğrencileri sayısındaki artış ve hükümetlerin finansal olarak destekledikleri üniversiteleri kendi kontrollerinde tutma çabaları, bu eğitim kurumlarını bürokratikleştirmiş, öğrencilerin akademisyenlere ulaşmasını zorlaştırmıştır. Eğitim süreci kalabalık sınıflarda test usulü sınavlarla uygulanır hale gelmişti. Daha iyi eğitim almak isteyenler, akademisyenlerden özel dersler alarak farklılaşmaya başladılar. Bu da eğitimde eşitlik prensibinde bozulmaya neden oldu.

[siteorigin_widget class=”SiteOrigin_Widget_Image_Widget”][/siteorigin_widget]

Hükümetlerin finansal olarak destekledikleri üniversitelerde ise akademisyenler kendi ilgi alanlarında değil hükümetin öngördüğü alanda araştırma yapmaya yönlendirildiler. Bu da Aydınlanma’nın temel özelliklerinden biri olan akademik özgürlüğü zedeledi.  Akademisyenler aynı zamanda üniversitelerde yönetici konumuna gelince iş yükleri çok arttı ve bilimsel araştırma yapma konusunda zaman sıkıntısı yaşamaya başladılar. Bu gelişmeler hem öğrencileri hem de akademisyenleri farklı arayışlara sürükledi.

Üniversite – sanayi işbirliğini tetikleyen bir diğer etmen küreselleşmedir. Önceleri bölgesel üniversitelerde eğitim gören öğrenciler küreselleşme neticesinde daha kaliteli üniversitelerin varlığından haberdar oldular. Bu akademisyenler için de geçerli oldu. Keza üniversiteler de kendilerine en iyi öğrencileri çekmek için çalışmaya başladılar. Bu karşılıklı hareket, uluslararası ortak bilimsel çalışmaları artırdı ve bu araştırmaları finansal olarak destekleyecek üçüncü bir partner arayışına gidildi. Burada da çözüm endüstri ve diğer araştırma kuruluşlarından geldi.

[siteorigin_widget class=”SiteOrigin_Widget_Image_Widget”][/siteorigin_widget]

Bu işbirliği devletlerin üniversitelere bakışını da değiştirdi. Çünkü eskiden bilimsel araştırma ve öğretim yapılan yerler olarak görülen üniversiteler, teknoloji temelli yeni ticari etkinliklerin yapıldığı kuluçka merkezleri olarak görülmeye başlandılar. Bu etkinliklerin sanayi ile işbirliği neticesinde yapılmasına sıcak bakılmaya başlandı. Çünkü fark edilen büyük gerçeklik, teknoloji ürünlerinin GSYIH’a etkisinin diğer ürünlere göre çok daha fazla olmasıydı. Bunu gören hükümetler artık üniversitelerden bilgiyi ürettikten sonra peşini bırakmamalarını, tam tersine o bilginin kullanım aşamasında etkili bir rol oynamalarını istiyorlardı. Bunun için de bilgiye dayalı ekonomiler bu bilginin kullanımı için üniversitelerden fon yaratılmasını istediler. Böylece eskiden sadece bilime odaklanan üniversiteler artık bu bilginin nasıl kullanılacağı yani ticarileşeceği konusu ile de ilgilenmeye başladılar. Bunu yaparken de, bilginin ticarileşmesini mevcut olan eğitim ve araştırma görevlerine ilave olarak yapmaya başladılar.

[siteorigin_widget class=”SiteOrigin_Widget_Image_Widget”][/siteorigin_widget]

Girişimci Üniversite Örnekleri

Girişimci üniversite örnekleri MIT, Stanford ve Cambridge gibi öncü üniversitelerde başladı. Bu konuda haklı bir şöhrete sahip olan MIT’den mezun olanlar üzerinde yapılan bir çalışmanın sonuçları, araştırma ve teknoloji yoğun müfredatı olan üniversiteler tarafından üretilen bilginin ticarileştirilmesinin, ülke ekonomisine olan katkısının göz ardı edilemeyecek seviyede olduğunu gözler önüne sermektedir. Eğer MIT mezunlarının kurdukları şirketler bağımsız bir ulus olsalardı gelirleri dünyanın en büyük 17’inci ekonomisi olabilirdi. Bu mezunların kurdukları ve halen aktif halde bulunan 25,800 şirketin, istihdam ettiği 3,3 milyon çalışanın yaptığı, toplam 2 trilyon dolarlık satış hacmi, dünyanın en büyük 11’inci ekonomisine denktir.(1)

[siteorigin_widget class=”SiteOrigin_Widget_Image_Widget”][/siteorigin_widget]

Şirketler yaptıkları araştırmalarda gün geçtikçe daha fazla öğrenci, akademisyen ile birlikte çalışmaya başlayınca bu kişilerin iş hayatına atılma süreci de daha aşağı çekilmiş oldu. Üniversitelerde üretilen bilginin ticarileşmesi, teknoloji üreten öğrenci ve hatta akademisyenlerin kendi şirketlerini kurmalarına veya üniversitelerinden kopmadan mevcut şirketlerde araştırmalarına devam etmelerine neden oldu. Üniversitelerin bünyesinde Teknostarter’lar yer almaya başladı. Cambridge Teknopolü, Odtü Teknokenti, Bilkent Teknoparkı bunlara örnek olarak verilebilir

Bilim ve sanayi işbirliğinin erken dönemde yani üniversite yıllarında başlaması ülke ekonomisine düşünülen veya beklenenden daha fazla katma değer sağladı. Özellikle ABD, İngiltere, Almanya gibi gelişmiş ülkelerde, araştırma ve teknoloji yoğun üniversitelerin sayısındaki artış, burada üretilen bilginin patentlenmesi, lisanslanması, yıllara yayıldığında artan oranda finansal değer yaratacağı düşünülenler için şirketler kurulmasının ülke ekonomisine katkısı inkar edilemez seviyeye geldi.

[siteorigin_widget class=”SiteOrigin_Widget_Image_Widget”][/siteorigin_widget]

Benzer bir gelişme yine üçüncü nesil üniversite örneği için en iyi çalışmalardan biri olan Cambridge Üniversitesi için de söylenebilir.  Kuruluşu 13. yüzyıla dayanan ve 19. yüzyıldan itibaren modernleşme çalışmalarına giren üniversite, özellikle 2. Dünya Savaşı’nda firmalara elektronik alanda sağladığı katkılarla gelişmeye başladı. Çok kısa sürede ileri teknoloji firmalarının cazibe merkezi haline geldi ve onları bilim parkına çekmeyi başardı. Üniversite etrafında oluşan bu firma topluluklarında çalışanların çoğu matematik ve bilgisayar bölümlerinden ve kendi firmalarını kurmak isteyen mühendislerden oluşmaya başladı. Bazı kişilerin inovasyon ve girişimci ekosistemi adını verdikleri,  başarısızlığa uğrayan şirketler için oluşturulan kişisel ilişkilerle sağlanan güvenlik ağı mevcuttu. Bu yapı sayesinde bir çok girişimci bu bölgeye gelerek yatırım yaptı. Cambridge Teknopolü’nde 3000 civarında yüksek teknoloji şirketinin 60.000 kadar kişiye iş imkanı sağlaması ve burada bulunan şirketlerin neredeyse tamamına yakınının üniversite nedeniyle orada olması, bu şirketlerin ancak yüzde 10’unun üniversite tarafından kurulması dikkate değerdir.[2]

[siteorigin_widget class=”SiteOrigin_Widget_Image_Widget”][/siteorigin_widget]

Bilginin teknoloji tabanlı olarak üniversitelerde üretilmesi ve ticarileşmesinde en önemli faktörlerden birisi de hem hükümetlerin hem de sanayicilerin Ar-Ge çalışmalarına verdikleri önemin finansal desteklerdeki artışla kendisini göstermesiydi. Bunun neticesinde akademik ve endüstriyel araştırmalar arasında yer alan ve her iki tarafla da işbirliği yapan “hükümet destekli uygulamalı araştırma merkezleri” ortaya çıktı.  Bunlar arasında özellikle askeriye, uzay ve havacılık merkezleri, nükleer araştırma merkezleri yanı sıra gıda, tarım ve hayvancılık alanlarında çalışmalar da başladı.

Girişimci Üniversite Kriterleri

Yeni bir firmanın üçüncü nesil ya da girişimci üniversite dediğimiz modelle kurulduğu veya bilginin ticarileşmesine öncülük ettiği bazı temel kriterlerle belirlendi. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1) Eğer üretilen ürün direkt bir üniversite tarafından lisanslandıysa, patentlendiyse

 2) Firmanın kurucusunun üniversitede yaptığı bir tez çalışması sonucu ya da üniversite içinde bir laboratuvarda yapılan bir araştırmaya dayanıyorsa, orijinal ürün veya servis fikri üniversitedeki bu araştırmadan çıktıysa,

 3) Bir öğretim üyesi, bu yeni kurulan firmaya kurucu ortak olarak ya da resmi veya gayrı resmi danışman olarak katıldıysa,

4) Ya da şirket henüz öğrencilerin okul hayatı devam ederken ortaya çıkan bir fikirle kurulduysa.

Eğer bu sayılan dört şarttan biri veya bir kaçı firmanın kuruluşunda yerine geldiyse bu firmanın kuruluş teknolojisi Üniversite- Tabanlı olarak tanımlanabilir.[3]

Yukarıda saydığımız gelişmeler neticesinde ortaya çıkan modelde bir üniversitenin girişimci üniversite sayılması için bazı kriterleri yerine getirmesine ihtiyaç vardır. Üniversite yine temel amacı olan araştırma yapma işlevini sürdürecektir. Ancak artık bu araştırmalar daha ağırlıklı olarak disiplinler üstü ya da disiplinler arası dediğimiz modelde yürütülecektir. Bunu yaparken disiplinler arası uzlaşmayı sağlamak, yaratıcılığı desteklemek ve bunun akılcı bilimsel yöntemlerle yapmayı hedeflemelidirler. Üniversite bundan böyle, ürettiği bilginin endüstriyle, Ar-Ge çalışmaları yapan aracı kuruluşlarla, yatırımcılar vasıtasıyla ticarileşmesi konusunda oluşturulan modelin içinde yer alacaktır. Bunu yaparken en iyi bilgiyi, en iyi öğrenci ve akademisyenlerle yapma konusunda rakipleriyle yarışacak ve öğrencilerinin bu eğitimi almaları ve öğretim üyelerinin de bu eğitimi en iyi imkanlarla vermeleri için gereken desteği sağlayacaklardır.  Öğrenim dilinin İngilizce olması, uluslararası etkinliklerde yer almaları için gereklidir. Ortaklaşa yapılacak çalışmalarda farklı ülkelerden gelen öğrenci ve akademisyenler için bu gereken bir şarttır.

Üniversitelerin girişimci üniversite olarak tanımlanmasında belki de en önemli faktörlerden birisi de kendilerine sağlanan devlet desteğini artık direk olarak devletten değil araştırma ve eğitimi finanse eden bağımsız kuruluşlardan almalarıdır. Bu şekilde sağlanan destek, üniversitelerin daha özgür araştırma yapmalarını da sağlayacaktır. Üniversiteler, girişimciliği teşvik ederek mevcut olan eğitim ve araştırma görevlerine bilginin ticarileştirilmesi yöntemlerini de katmayı hedeflemelidirler. Bu yönde yapacakları çalışmalarda bugün gelinen noktada, üniversitelerin girişimci üniversite olarak adlandırılmaları için sadece firmalara teknoloji üretebilecekleri kuluçka merkezleri ya da teknokentler sağlamaktan daha fazla adım atması gerekiyor. Bunun için de yeni bir vizyon geliştirmeleri gerekiyor.


[1] Entrepreneurial Impact: The Role of MIT — By Edward B. Roberts and Charles E. Eesley, MIT Sloan School of Management, 2009, p.4

[2]   J. G. Wissema, Towards the Third Generation University: Managing the University in Transition, p. 25

[3] Entrepreneurial Impact: The Role of MIT — An Updated Report By Edward B. Roberts and Charles E. Eesley, 2011, p. 14

* Bu makale TSE Standard, Ekonomik ve Teknik Dergi Mayıs 2015 sayısında yayınlanmıştır.

Scroll to top
error: